Âsâr-ı Atîka Terimi
18.
yüzyıl, 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça antlaşmalarının etkisiyle Osmanlı devlet adamlarının devletin zayıflamaya yüz tutmuş yapısının farkına vardıkları bir dönem olmuştur.
Osmanlıların bu dönemde hiç yoktansa Avrupa’daki askeri ilerlemeyi kabul
ederek bu ilerlemenin Avrupa’ya sağladığı üstünlüğün farkına vardıkları
görülür.[1]
18. yüzyılın başında III. Ahmet’ten*
itibaren, 1839 Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’na kadar geçen ve kendi içinde homojen bir
yapıda olmayan bu süreçte yapılan reform çabalarının ağırlıklı merkezinde askeri alanda ilerleme çabaları vardır. Buna, Osmanlı Devleti’nin Comte de Bonneval’i Humbaracı
Ocağı’nı ıslah etmesi için görevlendirmesi örnek olarak verilebilir.[2]
Osmanlı
yenileşme tarihinin ilk aşamasından sonra, zeminini II. Mahmut’un döşediği 3
Kasım 1839 Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’ndan başlamak üzere -Tanzimat Dönemi’nde-
Osmanlı Devleti’nin muhtelif alanlarda reform hareketlerine giriştiğini
görülür. Özellikle 18 Şubat 1856 Islahat Fermanı’ndan sonraki yıllarda yapılacak
ve II. Abdülhamit’in istibdat devrinin son iki senesine kadar güncellenecek
olan Âsâr-ı Atîka Nizamnâmeleri, Tanzimat Dönemi’nin ortaya çıkardığı yeni
reform çabalarından yalnızca birkaç tanesi olarak karşımıza çıkar. Ancak, Âsâr-ı
Atîka Nizamnâmelerine bakmadan önce bu nizamnâmelerin ortaya çıkış sebeplerine
ve bahsettiğimiz nizamnamelere adını veren ‘‘âsâr-ı atîka’’ kavramının Osmanlı
Devleti’nde nasıl oluştuğuna bakmamız gerekecektir.
Avrupa’da,
İtalya merkezli olmak üzere gelişen Rönesans’la birlikte resim, mimari ve müzik
gibi alanlarda kültürel bir uyanma yaşanmıştır. Rönesans döneminde yaşanan
kültürel uyanmanın fikri altyapısı ise, Yunan ve Roma eserlerinden türetilen
bilgilere dayanır.[3] O halde Avrupa’da kültürel miras veya kültür mirası kavramının gelişmesi ve
bu gelişmenin Avrupa’nın kıyısında bulunan Osmanlı Devleti’ni etkileyecek durumda olması oldukça doğaldır.
Âsâr-ı
atîka, bir terim olarak Osmanlı Devleti’nin sahibi olduğu çeşitli değerleri
korumak maksadıyla imparatorluk topraklarında kullanılan ilk özgün terimdir.
Günümüzdeki kullanım şekli eski eserler olan terimin âsâr-ı atîka
şekliyle 1970’li yıllara kadar kullanıldığını görürüz.[4]
Avrupa’nın
kültürel farkındalığa ulaşması, İlk Çağ’dan bu yana birçok medeniyete ev
sahipliği yapmış olan Anadolu ve Mezopotamya gibi Osmanlı Devleti’nin sınırları
içerisinde yer alan coğrafyalar üzerinde bir Avrupa ilgisinin oluşmasına sebep
olmuştur. Osmanlı Devleti 19. yüzyıl itibariyle yoğun bir şekilde karşı
karşıya kaldığı askeri, ekonomik ve idari problemler gibi sebeplerle sınırları
dahilindeki kültür mirası’na Avrupalıların müdahale etmesine karşı
çıkabilecek bir durumda değildir. Ancak, bu müdahale durumuna karşı Osmanlı
Devleti’nin bir refleks geliştirmeye başladığını da görürüz. Bu refleks ilk
başlarda net bir tanıma sahip olmamakla birlikte kendini âsâr-ı atîka kavramı
olarak gösterir. Bu konudaki bilinçli uygulamaları ise Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’ndan
sonra görürüz. Ancak âsâr-ı atîka, ilk dönemlerde bir değeri ifade etmekten çok
‘‘eski dönemlerden kalan eserleri niteleme’’ olarak karşımıza çıkmaktadır.[5]
Osmanlılarda
âsâr-ı atîka kavramının oluşması sürecini anlayabilmek maksadıyla, Avrupa’ya
giden sefaretname yazarlarının eski eserler hakkındaki izlenimlerine bakmamız gerekir.
Bu yazarlardan 1838 yılında Paris Sefiri Fethi Ahmet Paşa’nın baş sır kâtibi
olarak görevlendirilen Mustafa Sâmi Efendi, 27 Nisan’da İstanbul’dan yola
çıkarak, 23 Eylül’de Paris’e ulaşıncaya kadarki izlenimlerini Avrupa
Risâlesi adlı eserinde kaleme almıştır.[6]
Mustafa Sâmi Efendi Avrupalıların eski eser hakkındaki düşüncelerinden
bahsederken şu ifadeleri kullanır: ‘‘Şöyle ki: Antika kelimesinin aslı,
Latin lisanında eski olan şey manasındadır. Bugün Avrupalıların dilinde
antikadan murad, altından toprağa varıncaya kadar her ne cins eşya olursa
olsun, benzeri bulunmayan veyahut nadir bulunan eski şey demektir’’.[7]
Mustafa Sâmi Efendi’nin Avrupa seyahatini gerçekleştirdiği 1838 senesinde
Avrupa’da eski olan şey’ler için antika [8]
teriminin kullanıldığını görürüz. Mustafa Sâmi Efendi, Avrupalıların antika-
eski eser bilincinin esasen Osmanlılarda da olduğunu, İstanbul’da yıkılıp
tahrif edilmeyen, eski zamanlardan kalmış Ayasofya ve diğer şeyler
üzerinden bu görüşünü temellendirmeye çalışır.[9]
Mustafa Sâmi Efendi’nin anlattıklarından hareketle iki çıkarım yapmamız
gerekirse, bunlardan ilki 1830’lu yılarda Osmanlı Devleti’nde* henüz âsâr-ı atîka kavramının oluşmadığıdır.
İkincisi ise, devlette dahi böyle bir kavramın oluşmamasından kaynaklı olarak
yukarıda belirttiğimiz üzere Osmanlı topraklarında bulunan ‘‘antika’’ların
müdahaleye açık olmasıdır.
Ancak, ilerleyen yıllarda Osmanlıların da antika doğrultusunda kullandıkları -terim
olarak- âsâr-ı atîka bilincinin oluşmasında embriyon nitelikte sayılabilecek
birtakım hukuki gelişmeler de olmuştur. Bunlardan ilki Osmanlı topraklarında
ilk defa 1843 yılında ruhsatlı bir kazının yapılmasıdır. Bu durum bir emirname
ile kazı ruhsatına bağlanmıştır. Ancak belirttiğimiz üzere durum sadece kazı
ile alakalıdır. Yani âsâr-ı atîka teriminin doğuşunda olgusal olarak ilk
kıpırdama olarak nitelendirilmekten ileriye geçmeyecektir. Bununla birlikte,
1858 tarihli Osmanlı Ceza Kanunnamesinin 133. maddesine ilk defa bir kutsal
yapıya veya anıtsal yapıya zarar verenlerin cezalandırılmasıyla alakalı bir ibare
konmuştur. Bu bakımdan 133. madde eski
eserlerle ilgili ilk yasal bilgi niteliğindedir.[10]
Bu durum Tanzimat Dönemi bakımından önemlidir. Çünkü Tanzimat Dönemi Osmanlı
Devleti’nin hukuki olarak taknin, tedvin ve iktibas üzerinde önemli adımlar
attığı bir dönem olmuştur. Anlaşılacağı üzere 1858 yılından itibaren embriyon
nitelikli olmakla beraber âsâr-ı atîka kavramının belirmeye başladığını
görürüz. Ancak, kavram henüz ‘‘âsâr-ı atîka’’ terim olarak karşımıza
çıkmamıştır. Bu bakımdan 1858’deki Ceza
Kanunnamesinde yer alan 133. Madde, Osmanlı’nın refleks göstermeye başlaması
olarak nitelendirilebilir. Bu refleksin arkasında koruma kaygısının yattığı
aşikardır.
Henüz
Âsâr-ı Atîka Nizamnamelerinin çıkarılarak somut adımların atılmadığı bu
yıllarda, Osmanlı toplumunun Rönesans’tan temel alan Avrupa’daki koruma
duygusuna karşılık bu konuda hiç bir bilince sahip olmadığını belirtmemiz
gerekir. Osmanlı toplumundaki bilinçsizlik halinin aksine, Avrupalılar
özellikle de arkeolojik çalışmalar yürüterek Osmanlı topraklarında kaçakçılık faaliyetlerinde
bulunmuşlardır.* Kaçakçılık
faaliyetlerinin ardında yatan nedenlerden bazıları şunlardır: Osmanlıların
‘‘barbar’’ olarak görülmesi ve bu ‘‘barbar’’lardan eskinin kültür mirasını
kurtarmak gerektiğine olan inanç, Kimlik olgusuna bağlı ideolojik nedeneler ve
taksonomik bir durum olarak müzecilik faaliyetleri yatar. Osmanlılarda müzecilik
faaliyetler doğrultusunda ‘‘âsâr-ı atîka’’ ilk defa bir terim olarak 1846-1847
yıllarında Aya İrini’de Ahmet Fethi Paşa’nın girişimleriyle kurulan ilk Türk
müzesinin (depo şeklinde) Mecmua-i Âsâr-ı Atîka kısmı için
kullanılmıştır. [11] Buna
rağmen Osmanlılar için bir terim olarak oturuşu henüz gerçekleşmemiştir. O
halde Osmanlılarda âsâr-ı atîka kavramın doğrudan doğruya müzecilik ve
arkeoloji ile paralel geliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Avrupa
karşısında diplomatik kaygılar sebebiyle talan ve yağmaların önüne geçemeyen
Osmanlı Devleti, 1869 yılından başlamak üzere bir terim olarak âsâr-ı atîka
adıyla dört ayrı nizamname çıkaracaktır. Biz konumuzun maksadını aşmamak adına
bu nizamnamelerin ilk üçünü ele alacağız.
-Temren
KAYNAKÇA/DİPNOTLAR
[1] Roderic H. Davidson,
Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876, çev. O. Akınhay,
İstanbul, 2005, s. 14.
* Saltanatı, 22
Ağustos1703- 1 Ekim 1730. Detaylı bilgi için bkz. M. Münir Aktepe, ‘‘Ahmed
III’’, DİA, c. II, 1989, s. 34- 38.
[2] Abdülkadir Özcan,
‘‘Humbaracı Ahmed Paşa’’, DİA, c. XVIII, 1998, s. 351.
[3] Jeremy Black, Dünya
Tarihi, çev. H.E. Sarıbaş, İstanbul, 2020, s. 121- 122.
[4] Mustafa Önge,
‘‘Kültür Mirasını Tanımlamak İçin Türkiye’de Kullanılan İlk Özgün Terim: Âsâr-ı
Atîka’’ Avrasya Terim Dergisi, 6, 2018, s. 9.
[5] Fatma Şimşek-Güven
Dinç, ‘‘XIX. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Eski Eserler Anlayışının Doğuşu
ve Bu Alanda Uygulanan Politikalar’’, U.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 10, 2009, s. 102.
[6] M. Fatih Andı,
‘‘Mustafa Sâmi Efendi’’, DİA, c. XXXI, 2020, s. 356.
[7] M. Fatih Andı, Bir
Osmanlı Bürokratının Avrupa İzlenimleri: Mustafa Sâmi Efendi ve Avrupa Risalesi,
İstanbul, 2002, s. 63.
[8] Günümüz modern
İngilizcesinde kelimenin anlamının pek de değişmediğini görürüz. ‘‘Something
made in an earlier period that is collected and considered to have value
because it is beautiful, rare, old, or of high quality’’ (Güzel, nadide, eski
veya kaliteli olduğu için toplanan ve değeri kabul edilen eski bir dönemde
yapılmış şey). Bkz. Cambridge English Dictionary,
‘‘Antique’’ (Erişim 2 Ocak 2024).
[9]Andı, Avrupa
Risalesi, s. 63-64.
* ‘‘Osmanlı
Devleti’’ olarak belirtmemizin sebebi Mustafa Sâmi Efendi’nin eğitimli bir
Osmanlı bürokratı olması sebebinden ileri gelmektedir. Çalışmamızın ilerleyen
aşamaları bunu doğrular nitelikte olacaktır.
[10] Halit Çal,
‘‘Osmanlı Devletinde Âsâr-ı Atîka Nizamnâmeleri’’, Vakıflar Dergisi, 26,
1997, s. 391.
* Bu faaliyetlerin
detaylarına çalışmamızın üçüncü bölümünde girilecektir.
[11] Önge, a.g.m., s.10.
Diğer bölümün adı Mecmua-i Eslâh-i Atîka’dır. Bkz. aynı makale, s. 10.