AVRUPA
RİSÂLESİ’NİN İÇERİĞİ
Şimdi bu açıklamalardan hüner ve maarifin herbir muamele ve maslahattaki gereklilik derecesi ve Avrupa halkının durumlarının bu mertebede muntazam olmasının, ancak diyarlarında fenlerin ve faziletlerin yayılmış olmasından kaynaklandığı anlaşılmıştır.[1]
Avrupa
Risâlesi, belirttiğimiz üzere Osmanlı Devleti tarafından görevlendirilen elçilerin
gittikleri ülkelerde tuttukları raporlar olan sefaretnamelerden yalnızca bir
tanesidir. Mustafa Sâmi Efendi’nin yayınlanmış tek eseridir ve toplam kırk
sayfadan ibarettir. İlkin Takvîm-i Vekâyi Matbaası’nda basılmıştır.[2]
Bu risale üzerine Muhammed Fatih Andı ve Bilge Ercilasun gibi Türk dili ve
edebiyatı hocalarının çalışmaları mevcuttur.*
Bu çalışmada, ‘‘Mustafa Sâmî Efendi Avrupa Risâlesi’’ başlığıyla Remzi Demir* tarafından hazırlanan ve 1996’da
Gündoğan Yayınları tarafından basılan Avrupa Risâlesi’nin sadeleştirilmiş
halinin verildiği altmış sayfalık kitap temel olarak kullanılmıştır.
Avrupa
Risâlesi’nin içerik özelliklerine bakacak olursak, birinci bölüm Mustafa Sâmi
Efendi’nin seyahatlerinin özeti şeklindedir. Bu bölümde Mustafa Sâmi Efendi
Paris’e varıncaya kadar gezdiği ülkeler hakkında yukarıda bahsettiğimiz üzere
muhtelif bilgiler verir. Bu bilgileri birkaç satırı aşmayarak kısa bir şekilde yazar.
İkinci bölüm Paris ve Fransa Devleti hakkında bilgiler verir. Eserin Der Beyân-ı Ahvâl-i Umûmiyye-i
Avrupa* bölümünde, Mustafa Sâmi Efendi esasen yapmak istediği yorumları ve karşılaştırmaları
yapar. Eser bir sefaretname olması bakımından şekli olarak küçük oluşuna
rağmen, yazıldığı dönem itibariyle antika gibi (tarihi eser bilinci)
daha henüz Osmanlılara yabancı kavramların anlatılması sebebiyle Osmanlı
düşünce ve kültür hayatında önemli izler bırakır. Bundan otuz bir yıl sonra
çıkacak olan 1869 tarihli ilk âsâr-ı atîka nizamnamesi’nin ortaya
çıkmasında, daha doğrusu eski eser kavramının doğuşunda Avrupa Risâlesi'nin önemli bir yer tuttuğu söylenebilir.
Eser Allah’a hamd ve peygambere övgüyle başlar. Devamında Mustafa Sâmi Efendi bu
eseri neden kaleme aldığını açıklayarak kendisinin Avrupalıların medenî
yöntemlerinden gerekli olan bazılarını alıp, millete hizmet etme yolunda
olduğunu ancak bulunduğu devirdeki ‘‘Fikir canbazları’’ tarafından da hedef
olabileceğini ifade eder. Buna rağmen gayesinin fennin ve kemâlin ortaya
çıkmasında neden ve aracı olarak milletine faydalı olmak olduğunu söyler.[3]
Bu
kısa giriş kısmından sonra yola çıkışını anlatmaya başlar. 1838 (hicri 1254)
yılının 27 Nisan günü İstanbul’dan yola çıkarak 5 Mayıs’ta Malta Adası’na* ulaşır. Burada Osmanlı yenileşme
tarihinin önemli konularından biri olan karantina uygulamasıyla karşılaşır.
Hoş geldin merasiminden sonra muayene edilip yirmi gün karantina altına
alındığından bahseder. Bundan üç yıl önce 1835’te Osmanlı Devleti’nde ilk
karantina müdürlüğü olan Dârü’l-Etıbba; yola çıktığı 1838 senesinde de Meclis-i
Umûr-ı Sıhhiye kurulmuştur.[4]
Dolayısıyla II. Mahmut devrinde karantina uygulamasının olgunlaştığını görürüz
ki Mustafa Sâmi Efendi de bu uygulamayı yadırgamadan Avrupalıların ne şekilde
uyguladıklarını anlatır. Malta, coğrafi konumu
sebebiyle Akdeniz’in Müslüman doğusuyla, Hristiyan batısı arasında bir geçiş
noktasında bulunur. Dolayısıyla, Malta’da yapılan karantina uygulamaları,
Avrupalıların sağlık alanında gösterdikleri hassasiyeti açıkça ortaya koyar.
Malta’daki
karantina memurlarını ve adanın coğrafi, siyasi ve sosyokültürel özelliklerini
kısaca anlattıktan sonra deniz yoluyla Siraküza’ya*
geçer. Buradaki ‘‘antika’’ olarak nitelendirdiği metal paraları ve ilgisini
çeken diğer şeyleri anlatım olarak açmayarak sadece Avrupalıların genel olarak
bunlara antika dediklerini söyler. Burada bahsettiğimiz antika bahsi
önemlidir ki ilerleyen bölümlerde bahsedeceğiz. Siraküza’dan aynı adanın
(Sicilya) kuzeyinde bulunan Messina kasabasına geçerek bu kasaba hakkında
bilgiler verir ve devamında yine deniz yoluyla Sicilya Krallığı’nın başkenti Napoli şehrine gider. Napoli’nin manzarasını İstanbul’a benzetir.[5]
Napoli
şehrinden itibaren Mustafa Sâmi Efendi gittiği devletler hakkında bilgiler
vermeye başlar. Sicilya Krallığı’ndan bahsederken ilk olarak ordunun durumu
hakkında bilgiler verir. Ardından -dolaylı olarak da olsa- MS 24 Ağustos 79
tarihinde meydana gelen ve Vezüv Volkanının patlaması sonucu Pompeii, Herculaneum
ve Stabiae şehirlerinde yaşanan yıkımdan bahseder. Bu bahis oldukça
ilginçtir çünkü her ne kadar dönemin Avrupa’sında bir eski eser kavramı
oluşmuş ve Mustafa Sâmi Efendi de doğal olarak duyup işittiklerini risalesine
yazmış olsa bile henüz böyle bir kavramın oluşmadığı Osmanlı toplumundan çıkan
birinin bu olayı belirtmesi Mustafa Sâmi Efendi’nin aydın ve ilerici yönünü
görmemize yardımcı olur. Ancak bunun farkına vararak eserde antika
bahsinin geçtiği kısımları ve antika kavramının neden kullanıldığını
anlayabiliriz.
Napoli’den
ayrıldıktan sonra önce Terracina*
kasabasına devamında Roma şehrine geçer. Roma’nın, Avrupa’nın en eski ve en
önemli kentlerinden birisi olduğundan söz eder. Yine dikkat çekici bir şekilde
şehrin eskiden ihtişamlı olduğunu ancak şimdilerde eskiye göre metruk kaldığını
ifade eder. Şehirdeki dikilitaşları İstanbul’dakilere benzetir. Bu benzetme
manidardır. Yaptığı benzetmelerden sonra San Petro Bazilikası’ndan bahsederken bu bazilikanın kütüphanesine ve hemen yan tarafında bulunan müze’ye de değinir.
Mustafa Sâmi Efendi’nin müzenin ne olduğu hakkında bilgisinin olmadığı
anlaşılır.*
Burada
antika kavramı bir daha karşımıza çıkar ve Mustafa Sâmi Efendi bir
tanımlama yapar. Bu tanımlama Osmanlı yenileşme tarihi bakımından âsâr-ı atîka
kavramının ortaya çıkışında ve müzeciliğin doğuşunda embriyon bir rol üstlenir.
Böyle bir ifadede bulunmamızın nedeni mevcut belgelerden bilindiği kadarıyla
Osmanlı Devleti’nde ilk defa eski eserlerle alakalı olarak 1858 tarihli ceza
kanunnamesinin 133. Maddesinde ‘‘Hayrat-ı Şerife ve tezyinat-ı beldeden olan
ebniye ve âsâr-ı mevzu‘â-yı hedm ve tahrib ve yahud bazı mahallerini kırıp
rahnedâr…’’[6]
edenlerle ilgili cezanın yürürlüğe konmasından ileri gelir. Şunu da söylemek
gerekir ki, 1858 tarihli ceza kanunnamesinden verdiğimiz örnekten de
anlaşılacağı üzere eski eser kavramı Osmanlılarda henüz oluşmamıştır.
Mustafa Sâmi Efendi’nin ifadesi, belirttiğimiz üzere bu kavramın doğuşundaki
embriyon durumu ifade eder.
Mustafa
Sâmi Efendi antika bahsinde Avrupalıların ‘‘inkâr edilemeyecek’’ buluşlarını,
işlerini kolaylaştıran ve her gün gelişen teknolojilerini ata yadigarı eserleri
koruyup taklit etmek ve kendi fikirlerini onlara eklemlemekle yarattıklarını vurgular.
Bu vurgu bize İtalyan Rönesansı’nın özelliklerini hatırlatır. Mustafa Sâmi
Efendi’nin ifadeleri, Avrupa’nın gerçekten de eklektik bir biçimde, birkaç
yüzyıl içinde önemli atılımlar gerçekleştirdiklerinin bir kabulüdür. Hatta esasen kendi toplumunda da bunun olduğunu Ayasofya örneği üzerinden II.
Mehmet’e bağlamaya çalışır.[7]
Antika
bahsini kapattıktan sonra Papa’yla yaptığı kısa görüşmeden bahseder. Papa’nın
dini konumundan ‘‘güya’’ diyerek bahsederek Papa’nın artık Avrupa’da kendi
topraklarında hüküm süren sembolik bir otorite haline geldiğini söyler. Durum bu dönemde Avrupa’da gerçekten de bu hale gelmiştir.
Roma’dan
ayrıldıktan sonra Toskana Büyük Dukalığı’nın başkenti Florsansa’ya ulaşır. Bu
ülkenin ve Floransa kentinin nüfusları hakkında bilgi verir. Floransa’nın tıp
ve kimya alanlarında -yani fennî- önde gelen bir merkez olduğunu ifade
ederek, burada bulunan Avrupa’nın en büyük teşhirhane’sinin
muhtevasından bahseder. Bu teşhirhane’de aslında taksonomi
faaliyetlerinin yapıldığını görürüz. Teşhirhane’den sonra Toskana Grand
Dukası’nın sarayından bahseder ve antika meselesini bir kez daha karşımıza
çıkarır. Duka’nın sarayındaki sanatı, eşsiz ve benzersiz olarak yorumlar.
Toskana
Dukalığı’ndan ayrıldıktan sonra kuzey yönünden kara yoluyla Bologna şehrine,
oradan da Avusturya İmparatorluğu’na bağlı büyük Milano şehrine geçer.* Milano’nun, İtalya topraklarındaki
en büyük Avusturya İmparatorluğu şehri olduğundan ve Avusturya imparatorlarının
bu şehirde de taç giyme töreni gerçekleştirdiklerinden bahseder. Mustafa Sâmi
Efendi’nin buraya kadar olan kuzeye ilerleyişi son bulur ve Milano’nun
güneyindeki Venedik’e gider. Venedik’e giderken bölgenin coğrafi yapısından
bahseder. ‘‘Burada karşı komşusuna gitmek isteyen bir kimse, ya biraz dolaşıp
köprüden geçerek ve yahud bir kayığa binerek gitmelidir.’’ İfadesiyle şehri
tanımlamayı yeterli bulur. Venedik’in bulunduğu konum itibariyle büyük oranda
bir kara devleti sayabileceğimiz Avusturya İmparatorluğu’nun tersanesine de
değinmeden geçmez. Ayrıca, Arnavut ve Bosnalı Müslümanların ibadet edebilmeleri
için burada bulunan mescidin de Mustafa Sâmi Efendi’nin gözünden kaçmadığını
görürüz.
Bu
defa, belirttiğimiz üzere çoğunlukla bir iç imparatorluk olan Avusturya’nın
ticaret iskelesinin bulunduğu Trieste’ye gider.* Trieste’den sonra İtalyancanın
konuşulmadığını; Avusturya lisanının konuşulmaya başlandığını belirtir. Trieste’de
bir gece konakladıktan sonra Avusturya İmparatorluğu’nun başkenti Viyana’ya* geçer. Burada Osmanlı Devleti’nin
Viyana Sefiri Rıfat Bey ile görüşür. Ardından çok uluslu yapıdaki Avusturya
İmparatorluğu’nun ve Viyana şehrinin nüfus bilgilerini verir. Viyana’da iki
hafta kaldıktan sonra imparatorluğun Bohemya eyaletinin başkenti olan Prag’a
geçer. Milano’daki taç giyme merasiminin Prag’da da yapıldığını anlatır.
Prag’dan
daha da kuzeye giderek Prusya’nın başkenti Berlin’e ulaşır. Berlin’i çok yeni
ve şirin bir şehir olarak niteleyerek, bu şehrin ve Prusya Krallığı’nın nüfusu
hakkında bilgiler verir. Burada bir hafta kaldıktan sonra yine Prusya
Krallığı’na bağlı Aachen kasabasına oradan da Belçika’nın başkenti Brüksel’e ulaşır.
Belçika hakkında söyledikleri dikkat çeker. Çünkü, Mustafa Sâmi Efendi, birkaç
yıl önce bağımsızlığından mahrum bir devletin, kendisinin gittiği zamanda
bağımsız ve meşruti bir yapıya dönüşmesinden söz eder. Belçika toplumunun
ilerici çabalarının semeresi olarak bu devletin ileride uluslar sahnesinde söz
sahibi olacağını öngörür. Gerçekten de Belçika bu yıllarda Sanayi Devrimi’nin kıta
Avrupa’sında başladığı ilk ülke durumundadır.
Brüksel’den
sonra yine Belçika Krallığı’na bağlı Anvers’e* ve buradan da deniz yoluyla
İngiltere’nin başkenti Londra’ya geçer. Londra’nın dönemin en mamur ve en büyük
ticaret şehri olduğundan bahseder. Londra’ya gelip giden ticaret gemilerinin
sayısı hakkında bilgi vererek ‘‘yalan ve abartıdan uzaktır’’[8]
ifadesini kullanır. Mustafa Sâmi Efendi’nin böyle bir ifade kullanması doğaldır
çünkü İngiltere bu dönemde niteliksel olarak en büyük deniz ve kara
imparatorluğu durumundadır. Ayriyeten, İngiltere Krallığı’nın bahriye
kuvvetinin büyüklüğünden de bahseder. Londra’nın havasının sürekli kapalı
olduğunu ancak şehrin daima aydınlık olduğunu belirtir. Mustafa Sâmi Efendi’nin
şu ana kadar gidip gördüğü yerler arasında dikkatini en çok Londra’nın
çektiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Londra’dan
sonra Paris’e geçer. Paris’in mamur bir şehir olduğundan ve bu şehirde pek çok
ilmi ve kültürel yapının bulunduğundan söz eder. Paris’i teker teker anlatmanın
olanağı yoktur der. Halkın ferahlaması için türlü mesireler ve bahçelerin
bulunduğunu söylemesi esasen Osmanlı devlet- toplum ilişkisiyle Avrupa’daki
devlet- toplum ilişkisi hakkında çıkarım yapabilmemizi sağlayabilir. Buna
üçüncü bölümde değineceğiz.
Paris
hakkında bilgiler verdikten sonra sosyal yapıya değinir. Paris halkının her
cins kavim ile konuşup kaynaşmaya yatkın olduğunu belirtir. Fransız toplumunun
da edepli bir üslup ve güzel ahlak sahibi olduklarını aynı zamanda vatan ve
millet sevdalısı bir toplum olduğundan bahseder. Devamında, Fransa Devleti’nin
genel durumuna değinir. Ülkenin coğrafi konumu hakkında bilgi verir ve son olarak bu
devletin askeri yapısına değinir.
Tüm
bu gezip gördüklerinden sonra Avrupa’nın genel durumuna yani bölümün başında
belirttiğimiz hüner ve marifetlerin Avrupa’yı nasıl ileriye taşıdığına değinir.
Şüphesiz gezip gördükleri neticesinde bu kanılara varmıştır ancak, üstte de örneklendirdiğimiz
üzere Avrupa’yı bir tek Mustafa Sâmi Efendi gezmemiştir. Onun yazdıklarının
önemi Osmanlı yenileşmesi bakımından yeni bir durumu ifade etmesinden kaynaklanır:
Avrupa’da görülen uygarlık eserlerinin nedenlerini anlamaya çalışmak. Bu yüzden
Mustafa Sâmi Efendi’nin gezdiği yerleri ve bunun bir neticesi olan izlenimlerini anlamadan Avrupa’nın genel durumu ve kendi ülkesi hakkındaki düşüncelerini anlayamayız.
KAYNAKÇA/DİPNOTLAR
[1] Remzi Demir, Mustafa Sâmî Efendi Avrupa Risâlesi, Ankara 1996, s. 53.
[2] Demir, a.g.e.,
s. 60.
* Yaptıkları
çalışmalar şunlardır: M. Fatih Andı, Bir Osmanlı Bürokratının Avrupa İzlenimleri:
Mustafa Sami Efendi ve Avrupa Risâlesi, İstanbul, 1996; Bilge Ercilasun,
‘‘Mustafa Sami Efendi’nin Türk Yenileşme Tarihindeki Yeri’’ Hacettepe
Edebiyat Fakültesi Dergisi, 1, 1983, s. 71-80.
* Prof. Dr., Ankara
Üniversitesi, Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi
Anabilim Dalı.
* Remzi Demir, bu
başlığı ‘‘Avrupa’nın Umumî Ahvâli Hakkında’’ olarak sadeleştirmiştir. Bkz: Demir, a.g.e., s. 42.
[3] Demir, a.g.e.,
s. 13- 15.
* Bu ada, Levant
ile Batı Akdeniz Arasında bir geçiş noktası olan Messina kanalının ve Sicilya
Adası’nın güneyinde; günümüz Libya Devleti’nin Trablus şehrinin kuzeyinde ve
Tunus Cumhuriyeti’nin ve Sicilya Boğazı’nın doğusunda yer alır. Ada, coğrafi
konumu sebebiyle Akdeniz’in Müslüman doğusuyla, Hristiyan batısı arasında bir
geçiş noktasıdır.
[4] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, 2022, s. 188- 189.
* Günümüz İtalyan Cumhuriyeti’ne bağlı Sicilya Adası’nın doğu sahillerinde yer alan bir şehir.
[5] Metinde ‘‘Asitâne-i Saadet’’ olarak geçer. Bkz: Demir, a.g.e., s. 21.
* Günümüz İtalyan
Cumhuriyeti’nin Lazio Bölgesi’nde bulunan bir komündür. Eserde ‘‘Derraçîne’’
olarak geçer. Bkz: Demir, a.g.e., s. 22.
* Her ne kadar
aydın ruhlu kişiliğinden bahsetsek de netice itibariyle henüz böyle bir
kavramın, yapının olmadığı bir toplumdan ortaya çıkması sebebiyle bu durum
doğaldır.
[6] Halit Çal,
"Osmanlı Devletinde Âsâr-ı Atîka Nizamnâmeleri." Vakıflar Dergisi, 26, 1997, s. 391.
[7] Demir, a.g.e.,
s. 26- 27.
* Metinde ‘‘Nemçe’’
olarak geçer. Bkz: Demir, a.g.e., s. 31.
* Günümüz İtalyan
Cumhuriyeti’nin en doğu ucunda bulunan ve sınırlarının büyük ölçüde Slovenya
Cumhuriyeti’yle çevrili olduğu bir şehirdir.
* ‘‘... Nemçe’nin
payitahtı olan Bec Kentine, yani diğer adıyla Viyana kentine geldik…’’. Bkz:
Demir, a.g.e., s. 33.
* Günümüz Belçika
Krallığı’nın Hollanda sınırında bulunan ve Atlas Okyanusu’na açılan en önemli
ticaret şehirlerinden birisidir.
[8] Demir, a.g.e.,
s. 36.